Müslümanlık Sınavı
Müslümanlık Sınavı - Sınava Giriş
İnsanlarımızın büyük çoğunluğu, İslam dininin en son, en
mükemmel bir din olduğuna körü körüne inanmışlardır. Ağızlarından:
‘El-hamdüli’llah Müslümanım’ şeklinde, kişilik kanıtlaması eksik olmaz; hemen
her vesileyle bu sözleri tekrarlamak ve her işe Allah’ın adıyla başlamak onlara
rahatlık verir.
Bu rahatlığı mutluluğa dönüştürmek maksadıyla, yine her
vesileyle, Muhammed’ in adını ilahiliğe bürüyüp, yüceltici sözcüklerle
‘Sallalahü teala‘ (Allah onun şanını yüceltsin ) ya da 'Sevgili Peygamberimiz'
diyerek mırıldanmaktan geri kalmazlar. Koyu bir dinsellik bilincine saplı
olarak bugün hala 7. Yüzyıl zihniyetiyle yaşayıp gitmektedirler. İslam’ın
‘hoşgörü’ ve ‘barış’ dini olduğunu söylerler ama İslam’dan başka din ve inanca
yönelik olanları ‘kâfir’ ve ‘cehennemlik ’saymaktan ya da İslam şeriatını
eleştiri konusu yapanları dinsizlikle suçlamaktan geri kalmazlar. Akılcı
eğitimden geçmedikleri için, onları bu kör inanışlardan ve davranışlardan
kurtarma olasılığı pek yoktur.
Akılcı eğitimden geçmiş olup, kendilerini ‘aydın’ bilen
sınıflara gelince, onların çoğunluğu da, İslam şeriatının akla ve vicdana ters
verileri içeren özünden habersizdirler. Örneğin kendilerine: İslam’dan başka
dinlere yönelenler 'sapıktırlar' , 'Müşrikleri nerede görürseniz öldürün' ,
'İslam’dan çıkanları öldürün' , 'Ey (Müslümanlar)! Yahudileri ve Hristiyanları
dost edinmeyin... İçinizden onları dost tutanlar, onlardandır...' ,
(Yahudilerden, Hristiyanlardan) İslami din edinmeyenlerle, boyunlarını büküp
kendi elleriyle cizye (kafa parası ) verene kadar savaşın' , ‘Yeryüzü İslam
olana kadar savaşın onlarla‘ , ‘Kölelik Tanrısal bir kuruluştur’ , ‘Kadınlar
aklen ve dine dun (eksik) yaratıklardır’ , ‘Sütresiz olarak namaz kılanın
önünden eşek, köpek, kadın geçerse namaz bozulmuş olur’ , ‘Ölü insan ile ya da
hayvanla cinsi münasebette bulunan oruçlu kişinin kaza orucu tutması gerekir’ ,
‘Tanrı, Müslüman kullarına Cennet’te memeleri yeni sertleşmiş güzel kızlar
verecektir’ , ‘ (Ey Müslümanlar). Küçük gözlü, kırmızı yüzlü, yayvan suratlı
Türklere karşı zaferler kazanılmadıkça hüküm günü gelmiş olmayacaktır ‘
şeklinde ya da benzer nice buyruk gösterilmiş olsa şaşıracaklardır; bunların
hoşgörü anlayışıyla, insan şahsiyetinin haysiyetiyle ya da insanlar arası sevgi
ilkesiyle bağdaşmaz şeyler olduğunu söyleyeceklerdir.
Ama bunu yapmakla, hem Müslümanlık sınavından başarısız
çıkacaklarını ve hem de İslam’ı inkâr etmek gibi tehlikeli bir işe girişmiş
olacaklarını düşünemeyeceklerdir. Oysa bütün bu buyruklar, Muhammed’in Kur’an
ve Kur’an olmayarak ortaya vurduğu İslami verilerden başka bir şey değildir.
Daha başka bir deyimle, bu kişiler ciddi bir Müslümanlık sınavına çekilmiş
olsalar, ne Müslümanlıklarından ve ne de Tanrı’ ya ve Muhammed’e
bağlılıklarından eser kalmayacaktır. Bu okumakta olduğunuz yazı (ki Müslüman
kişinin günlük yaşamını düzenleyen şeriat verilerinden sadece bir demektir )
bunun böyle olduğunu kanıtlamak maksadıyla hazırlandı. Eklemek isterim ki bu
veriler, başta Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları olmak üzere temel İslam
kaynaklarından alınmıştır.(Yazının sonunda kaynakçalar verilmiştir.)
HURAFELER,
BATIL İNANÇLAR, MASALLAR VE AKLI DIŞLAYAN SORUNLAR KONUSUNDA BİRKAÇ SORU
İslam şeriatı, insan aklını hurafelere, batıl inançlara
ve aklı dışlayan ne varsa her şeye inandırmaya yararlı buyruklarla doludur.
Çeşitli yayınlarımla (özellikle Toplumsal Geriliklerimizin Sorumluları: Din
Adamları adlı kitabımla -Ilhan Arsel-) bunların birçoğunu sergilemiş
bulunmaktayım. Kısaca anımsatmak maksadıyla şu girişi yapabilirim:
Muhammed’ in getirdiği buyruklara göre, Müslüman kişi,
sabahleyin, horozların öttüğünü işitir işitmez, derhal Tanrı'nın ‘fazl-ü kerem'
inden( cömertliğinden ve lütfundan ) isteyerek yataktan kalkacaktır, çünkü
horozlar melek gördükleri için örtmüşlerdir ve onu namaza çağırmaktadırlar.
Fakat şunu da bilecektir ki, eğer bu arada eşeklerin anırmasını işitecek
olursa, derhal Tanrı’ ya sığınması ve Muhammed’e salavat getirmesi gerekir,
çünkü eşek, şeytan gördüğü için anırmıştır ve üstelik Kur’an’ da eşek sesinin ‘
seslerin en çirkini' olduğu anlatılmıştır. ( K.31, Lokman Suresi, ayet 19.)
Yine bunun gibi, Müslüman kişi yataktan kalkarken, sağ
ayağıyla kalkması ve her işini sağa göre yapması gerekir; çünkü kendisine sağın
sola nazaran ‘fazlı’ ( üstünlüğü ) olduğu anlatılmıştır. Yataktan çıktıktan
sonra yapacağı ilk iş, burnundaki nesneyi çıkarmaktır; çünkü Muhammed’in
söylemesine göre şeytan, uyuyanın genzinde gezmektedir; bu nedenle burnundaki
nerneyi nefesiyle çıkarmalıdır.
Ancak bu işi, tek sayı esasına göre, daha doğrusu üç
defada olmak üzere yapmalıdır, çünkü kendisine din diye belletilen odur ki,
Müslüman kişinin bütün işleri ‘Allah’ ile ‘alakalı’ olmalıdır. ‘Allah’ ise
tektir. Allah’la alakalı olduğu için tek çift’ten daha iyidir. Bundan dolayıdır
ki, yapacağı işleri 3,5,7 vs. gibi tek sayılara göre ayarlamalıdır: Su içerken
bardağı sağ elle tutup üç yudumda içmeli, helada abdestini yaptıktan sonra
altını üç taşla temizlemelidir. Nitekim Muhammed hep böyle yapmış ve
Müslümanlara kendinden örnekler bırakmıştır.
Ve yine Müslüman kişi unutmamalıdır ki, tek sayılara göre
iş görürken, bunu uğurlu sayılabilecek nesnelerle denk getirebilirse, bundan
ayrıca yarar sağlaması mümkündür. Örneğin her gün sabah sabah aç karnına yedi
tane Acve hurmasından yiyecek olursa, bütün gün boyunca kendisine ne ‘sem’ ve
ne de ‘sihir’ zarar vermeyecektir.(1)
Yemek yerken sağ eliyle yiyecek ve yerken lokması elinden
yere düşecek olursa, onu yerde bırakmayıp midesine indirecektir, çünkü aksi
taktirde şeytan gelip lokmayı kapıp götürecektir. Çorba içerken kasenin
ortasından değil, kenarından başlayacaktır, zira Tanrı’nın inayetleri çorbanın
ortasından değil kenarındadır. Yemeğin/ içeceğin içine sinek düşerse, sineğin
dışarda kalan kanadı iyice batıracak ve sonra sineği alıp atacak ve
yemesine/içmesine devam edecektir; zira sineğin iki kanadının birisinde günah
hastalık, diğerinde ise sevap (şifa) vardır ve sinek idrak sahibi olduğu için
önce günah olan kanadını batırır. Bu nedenle eğer sineğin dışarıda kalan
kanadını, yemeğin, içeceğin içine iyice batırılacak olursa, sevap (şifa),
günahı (hastalığı) gidermiş olacaktır. Bu işleri yaparken esnemesi gelirse,
gücü yettiği kadar onu önlemeye çalışacaktır, çünkü esnemek şeytandandır ve
şeytan, esnerken ‘haaa!’ diye azını açan kişiye sevincinden güler. Şeytanın
birisine sevinçle gülmesi ise, kötü bir şeydir. Bu nedenle Tanrı esnemeyi
'fena' görmüş ve önlenmesini istemiştir. Fakat buna karşılık aksırığa
‘muhabbet’ eder, yeter ki aksırma ‘sağlık ve rahatlama’ eseri olsun. Bu da
aksıran kişinin üç defadan fazla aksırmamasıyla anlaşılır. Eğer böyleyse
aksıran kişi 'El-hamdüli’llah’ demelidir; böyle diyecek olursa artık bir daha
göz ağrısı diye bir şey çekmeyeceği gibi, aksırdığını duyan Müslüman kişilerin
kendisine ‘Yerhamükellah’ (Tanrı sana merhamet etsin) diye mukabele etmelerine
vesile yaratmış olur. Böylece aksırık sayesinde Müslüman kişi, Tanrı’ nın
marhemetine sığınıp bir kısım günahlarından kurtulmuş olacaktır. Fakat eğer
aksırma, ‘sağlıklı olmayan aksırık‘ niteliğindeyse (örneğin hastalık ve
rahatsızlık yüzünden aksırmaysa), bu taktirde 'Yerhamükellah' sözcüğünün
kullanılması şeriata aykırıdır. Aksırığın sağlıklı nitelikte olmadığının
anlaşılması, aksırmanın sayısına bağlıdır. Eğer aksıran kişi üç defadan fazla
aksırmışsa aksırığının 'sağlıksız bir aksırık'olduğu anlaşılır ve böyle bir
halde o kişiye 'Yerhamükellah' ( Tanrı sana merhamet etsin ) demek caiz
değildir. Neden değildir, belli değil? (Kendi kendinize: ‘Oysa asıl böyle bir
halde kişiye Tanrı’ nın merhameti dilenmesi gerekmez miydi?’ diye sormayınız.)
Müslüman kişinin günlük işlerinin en önemlisi, beş vakit
namazdır. Muhammed’ in söylemesine göre Tanrı ilk önceleri günde 50 vakit namaz
emretmişken, Musa’nın tavsiyesi ve Muhammed’ in aracılığıyla bu sayıyı beşe
indirmiştir. Bu itibarla Müslüman kişi Muhammed’e minnettarlık duymalıdır; zira
günde beş vakit namaz yerine 50 vakit namaz kılmak durumunda kalmış olsaydı,
gününün 24 saatini namaz kılmakla geçirmek zorunda kalırdı; ne uykuya, ne yemek
yemeğe, ne çalışmaya, ne de eğlenmeye vakit bulabilirdi. Günde beş vakit namaz
bile çok olup, iş ve meşgalesi nedeniyle birçok Müslüman kişi İslamın bu
gereğini yerine getirememenin huzursuzluğu içerisindedir.
Namaz kılmanın birtakım kuralları vardır ki, dikkat ve
itina gerektirir. Bunların başında, Müslüman kişinin kıble yönüne dönüp
kendisiyle kıble arasına ‘sütre’ koymasıyla ilgili zorunluk vardır. ‘Sütre’
denen şey, perde, örtü, harbe vs. gibi şeyler olabilir; çünkü sütresiz olarak
namaz kılan kişinin önünden eşek köpek, domuz ya da kadın geçecek olursa,
namazı bozulmuş sayılacaktır. Namaz sırasında sessiz ve kokusuz şekilde
yellenmenin namazı bozan bir yönü yoktur. Fakat namazdayken kıblesine karşı
tükürmeyecektir, çünkü kendisiyle kıblesi arasında Tanrı durmaktadır. Mutlaka
tükürmek zorunda kalırsa sol yanına, sağ ayağının altına ya da ceketinin içine
tükürecektir.
Bu listeyi sınırsıza dek uzatmak mümkün. Fakat geliniz
biz, kısaca fikir edinmek üzere, İslam şeriatının bazı buyruklarını konu
edinerek ‘Müslümanlık sınavı’ düzenleyelim ve insanlarımızın İslam’a
bağlılıklarının derecesini öğrenelim.
Soru:
"İslam dini büyü ve sihre inanmaya ya da üfürükçülük gibi şeylere (ve
üfürükçülüğün tükürüklü ya da tükürüksüz uygulamasına ) izin verir mi?"
Olasıdır ki böyle bir soruya: "Hayır, İslam büyü ve
üfürükçülük gibi ilkel şeylerle uğraşmaz, bunları batıl inançlar olarak red
eder" şeklinde bir yanıt vereceksinizdir. Ne var ki, böyle bir yanıt
verdiğiniz taktirde Müslümanlık sınavından sıfır almış olacaksınızdır, çünkü
Muhammed, gerek Kur’an’a koyduğu ayetlerle ve gerek kendi eylemleriyle
üfürükçülüğün hem tükürüklü, hem de tükürüksüz uygulamalarına ve karşılığında
ücret almaya izin vermiştir. Hemen ekleyelim ki, Muhammed, her ne kadar batıl
inançlara karşıymış gibi görünmüş ve örneğin Kur’an’a: "Hak geldi, batılsa
yıkılıp gitti. Kuşkusuz batıl yıkılıp giden türdendir" (İsra Suresi, ayet
81 )
ya da:
"Tanrı batılı yok eder ve hak olanı sözleriyle
yerleştirir..."(Şura Suresi, ayet 24; Sebe’ Suresi, ayet 49; Enbiya
Suresi, ayet 18, Kehf Suresi, ayet 56 vb. )
şeklinde ayetler koymuşsa da, her hususda olduğu gibi bu
hususta da söylediklerinin tersi olan şeyleri yapmaktan geri kalmamıştır.
Ka’be’deki ‘Kara Taş’ ı (Hacer-i Esved ) öpüp okşaması ve bu taşı ilah
niteliğinde kılmasından ve Müslümanlar için tapınak yapmasından ya da Mina
Dağı’nı sağ tarafına alarak 'Cemre' mahallinde yedi çakıl taşı atmak suretiyle
şeytanları kaçırtmaya çalışmasından tutunuz da hastalıkları tükürüklü ve
tükürüksüz üfürük usulleriyle tedavi yolunu seçmesi ve başkalarına da bu
şekilde yapma iznini vermesi, Muhammed’in batıla olan bağlılığının nice
örneklerinden bazılarıdır. Konuyu Kur’an’ın Eleştirisi 1 ve Muhammed’in Batıla
İnanmışlığı başlığı altında ayrı bir yayın olarak ele almakla beraber burada,
üfürükçülük konusunda getirdiklerine kısaca göz atacağız.
Her şeyden önce şunu belirtelim ki, Muhammed hastalık ve
rahatsızlıkların 'nefes', 'büyü' ve 'üfürük' usulleriyle giderilebileceğini
söyler ve bu usullerin Tanrı tarafından kendisine özellikle Felak ve Nas
sureleri olarak bildirildiğini eklerdi. Felak Suresi’nde şu yazılı:
"Ey Muhammed! De ki: ‘Yarattığı şeylerin şerrinden,
karanlığı çöktüğü zaman gecenin şerrinden, düğümlere üfleyip büyü yapan
üfürükçülerin şerrinden ve kıskandığı vakit kıskanç kişinin şerrinden sabahın
Rabbine sığınırım." (Felak Suresi,ayet 1-5 )
Nas Suresi’nde de şu var: "Ey Muhammed! De ki:
‘İnsanların kalplerine vesvese sokan, ( insan Allah’ı andığında) pusuya çekilen
cin vw şeytanın şerrinden insanların Rabbi’ne... sığınırım." (Nas Suresi,
ayet 1-6.)
Kur’an’daki bu iki sure, ‘Muavvizeteyn sureleri’ diye
bilinr ki; ‘koruyucu’ anlamına gelir ve genellikle şifa maksadıyla okunur.
Böyle olmasının nedeni, Muhammed’in bu ayetleri bu doğrultuda olmak üzere
kendisi için uygulamış olmasıdır. (Bazı kaynaklar buna’ El-İhlas’ Suresi’ni de
katarlar; bu sure Tanrı’nın tek ve doğmamış ve doğurmamış olduğunu
anlatmaktadır). Ve yine İslam kaynaklarının bildirmesine göre Muhammed, bu üç
sure ile ‘nefes’ edermiş; her gece yatarken ve özellikle rahatsızlık hissettiği
zamanlar, bu yukarıdaki sureleri okur, okurken de ellerine üfler ve sonra
elleriyle, başından ve yüzünden başlayarak bütün vücudunu sıvarmış (mesh
edermiş) ve bunu üç kez arka arkaya tekrarlarmış. Kendisini ölüme götürecek
hastalığa yakalandığı zaman, bu işi kendi başına yapamayınca, Ayşe’nin
kendisine yardımcı olmasını ister olmuş. Daha başka bir deyimle Ayşe,
Muhammed’in nefes ettiği bu Muavvize surelerini kendisine nefes eder ve sonra
hastalıktan kurtulması için onun eline üfleyip, yine onun kendi eliyle vücudunu
sıvarmış (meshedermiş). Diyanet İşleri Başkanlığı’nın, İslam kaynaklarına dayalı
olarak insanlarımıza bellettiği şekliyle Ayşe’nin konuşması şöyle:
"Resulullah her zaman hastalandığında Muavvize
surelerini okuyup kendi (elleri)ne üflemek (ve ondan ifakat için/hastalıktan
kurtulmak için) eliyle vücudunu sıvamak i’tiyadında (alışkanlığında) idi.
Sebeb-i vefatı olan hastalığa tutulunca Resulullah’ın nefes ettiği Muavvize
sureleriyle ben de kendisine nefes etmeye (ve hastalıktan kurtulması niyetiyle)
eline üfleyip kendi eliyle vucudunu meshetmeye başladım."(2)
Hastalık ya da rahatsızlık gibi hallerden kurtulmak için
Muhammed’ in bulduğu bu üfürükçülük uygulamasına vesile olan olaylar,
şaşkınlığımızı biraz daha artıracak niteliktedir. Gerçekten de, İslam
kaynaklarından bir kısmına göre, güya Cibril, bir gün Muhammed’ in yanına
gelerek ona uyanık olmasını ve çünkü İfrit’ in (i cinlerin en tehlikelisi
olarak bilinir kendisine kötülük yapacağını haber verir ve yatağa girdiği zaman
Tanrı’ ya sığınması için yukarıda değindiğimiz sureleri okumasını söyler. Güya
Muhammed, Cibril’ in bu dediğini yapmak suretiyle tehlikeden kurtulmuş olur.
İslam kaynaklarından bazılarına göre, söz konusu
surelerin inişine sebeb olan olay, Yahudiler tarafından Muhammed’e büyü
yapılmasıyla ilgilidir ki, kısaca şöyle özetlenebilir: Muhammed bir gün
rahatsızlık hisseder; yemek yiyemez ve cinsi münasebette bulunamaz. Fakat az
geçmeden Cibril ve Mikail adıyla bilinen iki melek gelip Muhammed'e
rahatsızlığının nedenini bildirirler ve anlatırlar ki, Yahudiler, Lebid İbn-i
A’sam adındaki bir büyücüye para vermişler ve Muhammed’i büyülemesini
istemişlerdir. Ve onların bu isteği üzerine büyücü, bir ipe on bir düğüm atmış,
ayrıca da saç ve sakal tarantısı ile erkek hurmanın kurumuş çiçek kapçığını
koyarak bir iple ‘Zervan’ kuyusuna indirmiştir. Ve işte Muhammed’ in yemek yiyemeyip,
cinsi münasebette bulunamamasının nedeni, bu büyüdür. Cebril ve Mikail bunu
anlattıktan sonra Tanrı’ nın kendisine şifa gönderdiğini bildirip giderler. Bir
rivayete göre Cebril, kuyudaki ipin çıkartılmasını istediği için Muhammed
Ali’ye emir verir ve ipi kuyudan çıkartıp düğümlerini çözdürtür; böylece büyü
ve sihir bozulmuş olur. Bir başka rivayete göre, yanına birkaç kişiyi alarak
kuyunun bulunduğu yere gider ve kuyuyu kapattırır. (3)
Şunu da ekleyelim ki, Muhammed ara sıra başında ağrı
hisseder ve bu ağrının kendisine yapılan sihir ve büyüden geldiğini söylerdi.
Baş ağrısını gidermek için, bir yandan yukarıda değindiğimiz ayetleri okur ve
özellikle: "...düğümlere nefes eden büyücülerin şerrinden...Rabbime
sığınırım"(Felak Suresi, ayet 1-5) ayetini tekrarlar, fakat diğer yandan
da başından hacamat olurdu. Fakat bunu da yeterli bulmaz, bir de 'avce hurması'
diye bilinen meyveden yerdi. 'Avce hurması' denen şey (ki Türkçede karşılığı
'balçık burma' oluyor ) Medine'de yetişen hurmaların en lezzetlisi olarak
biliniyor; güya cennetten gelmedir. Muhammed’ in söylemesine göre bu hurma
ağacının meyvesi, insanları sihir ve büyüden kurtarmaya yeterlidir.Bunu
anlatmak için şöyle demiştir: " Her kim sabahları aç karnına yedi tane
Avce hurması yerse, o gün içinde o kimseye ne sem ( zehir ), ne sihir
vermez." (4)
Avce hurmasının insanları sihre karşı koruduğuna öylesine
inanmıştı ki, bu hurmayı ağzında çiğnem yaptıktan sonra yeni doğan çocukların
ağzına çalar ve bereket duasında bulunurdu. Böylece o çocuğa büyü ve sihir gibi
şeylerin tesir etmeyeceğini düşünürdü. Bundan dolayıdır ki kadınlar, yeni doğan
çocuklarını Muhammed’e getirirler ve o da çocuğu üfürür ve ağzında çiğnediği
hurmayı çocuğun ağzına tükürürdü. Diyanet Yayınları’nda, Esma adındaki bir
kadının şöyle konuştuğu yazılı:
"Ben... Abdullah’ı (Medine’de) doğurdum. Sonra
(çocuğu Resulullah’a) getirdim de kucağına koydum. Bunun üzerine Resullullah
bir hurma istedi. Onu çiğneyip çocuğun ağzına tükürdü. Bu suretle oğlumun
midesine ilk giren şey Resullullah’ın tükürüğü oldu. Sonra Resullullah hurma
çiğnemiyle çocuğun damağını uğdu. En sonra çocuğa dua buyurdu, bereket ve
sahadet temenni eyledi."(5)
Yine İslam kaynaklarından öğrenmekteyiz ki, Muhammed
çeşitli hastalık ve rahatsızlıkları okuyup üfürerek tedavi yollarına gider,
‘tükürüklü üfürük’ ya da ‘tükürüksüz üfürük’ usulleriyle iş görürdü. Tükürük
kullanırken buna toprak karıştırdığı da olurdu. Toprak olarak Medine toprağını
kullanırdı; çünkü Medine toprağının ‘şerefli’ ve ‘bereketli’ olduğunu söylerdi.
Şöyle yapardı: Şahadet parmağına tükürür, sonra tükürüklü parmağını toprağa
sokar ve parmağına bulaştırdığı toprakla hastayı sıvardı.(6)
Göz ağrısı gibi hastalıklar için, topraksız tükürüklü
üfürük usüllerine başvururdu. Örneğin Hayber Seferi’ nde Ali’nin, ağrısına
yakalandığını öğrenince hemen yanına getirtmiş ve gözlerine tükürmüştür.
Kaynakların bildirmesine göre güya Ali’nin gözleri hemen iyileşmiştir.(7)
Buna karşılık kulak ağrılarını, yaraları (zellikle kılıç
yaralarını), kırıkları ya da akrep, yılan, böcek sokmasından doğma
zehirlenmeleri, göz değmesini ve benzeri rahatsızlıkları, tükürüksüz üfürükle
(efesle) ve okuyarak tedavi usullerini getirmiştir. Örneğin HayberSeferi’nde
bacağından vurulan Seleme’yi (kva oğlu),üç kez üfleyip okumak suretiyle
iyileştirdiği söylenir! Sarılık belirtisi görülen kimseleri de okuyup üfleyerek
tedavi ettiğini söylerdi. Ayşe’nin bildirmesine göre Muhammed: 'öz değmesine
karşı tedavi için okuyup üflemeyi' emretmiştir.(8)
Üfürükle tedavi usullerini Muhammed, sadece kendisine
hasretmiş değildir. Başkalarına da, bu şekilde hareket edebilmeleri, hatta bu
sayede kazanç edinip geçimlerini sağlayabilmeleri için izin vermiştir.
Üfürükçülükle uğraşanların kazancından kendisine pay aldığı olmuştur. İslam
kaynaklarından alınma örneklerden biri şöyle: Salt oğlu Harice’in amcası olan
İlaka adında biri Müslümanlığı kabul ettikten az sonra, Muhammed’ in yanına
gelerek, deli ve cinnet geçirmiş bir kişiyi, Fatiha Suresi’ni okuyarak ve
üfleyerek tedavi ettiğini ve karşılığında yüz deve aldığını söyler. Muhammed
kendisine, deliyi tedavi ederken Fatiha Suresi’nden başka bir şey okuyup
okumadığını sorar. Ve ondan: ‘Hayır, Fatiha Suresi’nden başka bir şey okumadım
‘ yanıtını alınca, bu şekilde üfürükle tedavinin ve üfürük karşılığında yüz
koyun kazanç edinmenin hak ve helal olduğunu yeminler ederek bildirir; şöyle
der: "Canım üstüne ant içerim ki sen...hak olan bir üfürükle tedavinin
karşılığını alıp yiyorsun" ( 9)
Görülüyor ki, Muhammed Kur’an’ dan ayetler okuyarak
üfürükçülük yapmanın ve bu yoldan kazanç sağlamanın Islama uygun olduğunu
söylemekte. Fakat bununla da kalmamış, bir de kendisi, bu şekilde kazanç
sağlayanların kazancından pay almıştır. Bu konuda, yine Buhari ve Müslim
kaynaklarından alınma şu örneğe göz atalım: Muhammed’ in yakın arkadaşlarından
Ebu Said Hudri, başında bulunduğu çetesiyle birlikte ganimet edinmek üzere yola
çıkar. İlk konakladıkları yerde bir kabileye rastlarlar ki, telaş ve üzüntü
içerisinde bulunmaktadırlar. Çünkü kabilenin başkanını akrep sokmuştur ve hiç
kimse ne yapılması gerektiğini bilememektedir. Durumu gören Ebu Said, kabile
başkanını tedavi edebileceğini, fakat bunu ücret karşılığında yapacağını
söyler. Pazarlığa girişirler ve bir koyun sürüsü bedel üzerinde anlaşırlar.
Bunun üzerine Ebu Said, kabile başkanını karşısına alır ve Kur’an’dan Fatiha Suresi’ni
okuyup üflemeye başlar. Güya kabile başkanı iyileşmiş olur. Bu işin karşılığı
olarak Ebu Said, antlaşma gereğince bir koca koyun sürüsünü alıp arkadaşlarıyla
birlikte yola koyulur. Fakat çete mensupları, koyun sürüsünün bir an önce
aralarında paylaştırılmasını isterler. Ne var ki, paylaşım konusunda aralarında
sorun çıkar. Anlaşmazlığa çözüm bulmak üzere Muhammed’ e başvurulur. Olan
bitenleri dinledikten sonra Muhammed, akrep sokması yüzünden hastalanan kabile
başkanının üfürük usulleriyle tedavi edilmesini çok yerinde bulur ve bu tedavi
karşılığında ücret alınmış olan koyunların bölüştürülmesine karar verir, fakat
kendisine de bir pay ayrılmasını ister ve şöyle der:
"(Bu tedavi ve ücret işinde) çok iyi etmişsiniz,
koyunları şimdi paylaştırın ve benim payımı da ayırın." (10)
Yukarıya aldığımız birkaç örnekten anlaşılacağı gibi
Muhammed, üfürükçülüğün çeşitli uygulamalarına kendinden örnekler vermekten
başka, ücret karşılığında üfürükçülük yapılmasına da izin vermiştir; yeter ki
üfürükçülük Kur’an’ dan ayetler ( özellikle Fatiha Suresi ) okunarak yapılmış
olsun. Daha başka bir deyimle, eğer hastalığı tedavi için, Kur’an’ dan okuyup
üfleme usulü uygulanacak olursa, bu caizdir; bunun karşılığında ücret
alınabilir. Yok, eğer üfürükçülük Kur’an’ dan başka bir şey okunarak yapılırsa
geçersizdir ve böyle bir tedavi batıl bir tedavi sayılır. Şunu da ekleyelim ki,
Muhammed üfürüklü tedavi usullerini ‘ ağılı hayvanın zehirinden nefes edilerek
‘ yapılmasına da izin vermiştir. Nitekim Muhammed’ in karılarından Ayşe şöyle
demiştir:
"Nebi... Her ağılı hayvanın zehrinden nefes edilerek
şifa dileğine müsa’ade buyurdu." (11)
Soru:
"Oruçlu bir kimsenin, ölü insan vücudu, hayvan ya da uyumakta olan bir
kadınla (onu uyandırmadan) cinsi münasebette bulunması konusunda İslam ne gibi
buyruklar getirmiştir?"
Eğer bu soruyu yadırgar ve: ‘Bu nasıl iştir? Hiç böyle
bir din hükmü olabilir mi? İslam’da böyle bir şey yoktur’ şeklinde yanıt
verecek olursanız, Müslümanlık sınavından sıfır alır, kâfirler arasında
yerinizi bulursunuz! Yok, eğer: ‘Evet bunları Muhammed’in buyrukları olarak
benimsiyorum, çünkü başta Diyanet İşleri Başkanlığı’nın yayınları olmak üzere
tüm İslam kaynaklarında bunun böyle olduğu bildirilmekte’ derseniz, siz tam bir
Müslüman sayılırsınız. Çünkü gerçekten de Diyanet İşleri Başkanlığı’ nın ve din
adamlarımızın, Muhammed’ in buyrukları olarak insanlarımıza bellettiği din
verilerine göre oruçlu kişi, hayvanla ya da ölü insan vücuduyla cinsel ilişkide
bulunacak olursa, orucu bozulmuş sayılır; bu gibi hallerde kişinin ‘kaza orucu’
tutması gerekmektedir. (12)
Yorumculardan bir kısmına göre, ölü insan vücuduyla ya da
hayvanla yapılan cinsi münasebet ‘zina’ niteliğindedir ve bu nedenle kişiye
zina için öngörülen ceza uygulanmalıdır. Fakat bir kısım yorumculara göre bu iş
zina sayılmayıp çirkin bir eylemdir, bu nedenle bu eylemde bulunan kişiye zina
cezası değil 'ta’zir' (azarlama) cezası uygulanması gerekir. Diyanet’ te görev
almış din adamlarımızdan bazılarının açıklamalarına göre İslam şeriatı, oruçlu
kişinin hayvanla cinsi münasebette bulunması halinde ölüm cezasına
çarptırılmasına uygun bulmuştur; ayrıca cinsi münasebette bulunulan hayvan, o
kişinin malıysa, hayvan da öldürülmelidir; başkasının malıysa hayvanın
öldürülmesi gerekmez; çünkü ‘Hayvanı öldürmenin amacı, bu suçun çağırışım
yapılmasını ve faili hakkında ileri geri konuşulmasını engellemektir.’ (13)
Uyumakta olan bir kadınla cinsi münasebette bulunan
oruçlu kişinin durumuna gelince: Uyuyan bir kadınla cinsi münasebette bulunmak
ve bulunurken onu uyandırmamak, büyük bir ustalık ve uzmanlık işidir. Bunu
becerebilen kişiyi kutlamak gerekir. Bundan dolayıdır ki Muhammed, oruçluyken
bu işi gören Müslüman kişiyi sadece kaza orucu tutmakla sorumlu kılmıştır. Oysa
oruçluyken az tuz yemek suretiyle orucu bozulan Müslüman kişilere hem kaza ve
hem de kefaret orucu tutmak gibi ağır zorunluluklar yüklemiştir. (14)
Ve işte bütün bunlara inanıyorsanız, iyi bir Müslüman
olarak 'Müslümanlık sınavı' ndan en yüksek notu almaya hak kazanmışsınız
demektir. Aksi takdirde ‘kâfir’ sayılmanız gerekiyor!
Size deseler: "Yemek yediğin çanağın ya da su
içtiğin bardağın içine sinek düştüğü zaman sineğin her tarafını batır, sonra
çıkar at ve yemeğine ya da içmene devam et. Çünkü sineğin iki kanadının birinde
hastalık, diğerinde de şifa vardır. Sinek idrak ve ilahi ilham sahibi olduğu
için, önce zehirli olan kanadını sokar, deva olan kanadını dışarıda bırakır.
Eğer sineğin, dışarıda kalan ‘ şifa ‘ kanadını yemeğin ( ya da içeceğin ) içine
batıracak olursan, şifa hastalığı gidermiş olur."
Bunu söyleyene karşı ne yanıt verirdiniz?
Görüldüğü gibi, yukarıdaki anlatıma göre sinek, idrak ve
ilahi ilham sahibi olduğu için insanların sağlığını düşünerek önce zehirli ve
hastalıklı kanadını yemeğin (ya da içecek şeyin) içine daldırıyor. Şifa
kanadını dışarıda bırakıyor ki, kişi onu da yemeğin içine batırsın da hasta
olmasın!
Eğer bu şekilde konuşanlara karşı siz: "Aklınızı mı
kaçırdınız? Deli misiniz? Bir sineğin iki kanadında nasıl olur da hem hastalık
ve hem de şifa olan iki zıt hassasiyet bir arada toplanabilir? Ve sonra hakir
bir sinek, nasıl olur da yiyecek ya da içecek içine önce zehirli kanadını
sokmayı ve deva olan kanadını geri bırakmayı bilebilir?" diye konuşacak
olursanız, Müslümanlık sınavından sıfır alır ve 'kara cahil'‘ olmakla damgalanırsınız.
Şu nedenle ki, bu şekilde konuşan kişi Muhammed’ i inkâr etmiş sayılır, çünkü
Diyanet ‘ in açıklamalarına göre Muhammed aynen şöyle demiştir:
"Sizden birinizin içeceği (ve yiyeceği) içine sinek
düştüğü zaman, o kişi o(nun her tarafını) batırsın, sonra çıkarsın (atsın).
Çünkü sineğin iki kanadının birisinde hastalık, birisinde de şifa
vardır..."
Hemen ekleyelim ki, Muhammed’ in bu sözleri, Buhari’nin
Ebu Hüreyre’ den rivayeti olarak ve ayrıca da Hattabi gibi ünlü yorumcuların
açıklamalarıyla birlikte insanlarımıza Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından
belletilmektedir. Buna inanmayanları Diyanet ‘cahil’ olarak damgalamaktadır!
(15)
Soru:
"Balıkların insanları baştan çıkarmak üzere birtakım oyunlara başvurduğunu
belleten dinsel kurallara inanır mısınız?"
Biraz önce gördüğümüz gibi, İslamcıların sinek konusunda
Muhammed’ den gelme olduğunu söyledikleri buyruk, Diyanet’ in açıklamasına göre
sineklerin idrak ve ilahi ilham sahibi’ olduklarını ortaya koymakta. Şimdi bunu
öğrendikten sonra kendi kendimize: "Sinek idrak ve ilham sahibi olur da
balık olmaz mı?" diye soracak olursanız, işte size Kur'an’ın Bakara ve
Araf surelerinden alınma bir örnek:
Vaktiyle Davut 'Peygamber!' zamanında, Kızıldeniz
kıyılarındaki kasabalardan birinde, balıkçılıkla uğraşan bir Yahudi kabilesi
varmış. Bu kabile geçimini bununla sağlarmış. Ne var ki, balıklar her Cumartesi
günü akın akın bu kıyılara gelip ertesi güne kadar beklerler ve ertesi gün,
yani Pazar günü hep birlikte kalkar giderlermiş. Ve haftanın diğer günlerinde
bu kıyılara hiç gelmezlermiş. Bu şekilde yapmalarının sebebi Yahudilere oyun
oynamak, onları baştan çıkarmakmış. Çünkü ‘ idrak ‘ sahibi bu kurnaz balıklar,
bilirlermiş ki, Tanrı Cumartesi günleri avlanmayı Yahudilere yasaklamıştır.
Balıklar bunu bildikleri için yukarıdaki şekilde Yahudilere oyun oynarlarmış.
Ne var ki, böyle bir yasağa boyun eğmek, Yahudiler için aç kalmak olurdu. Çünkü
Cumartesi yasağına uyacak olurlarsa, balıklar diğer günler kıyıya gelmedikleri
için, aç ve sefil kalacaklardı. Bu nedenle, Tanrı'’nın yasağına uymayıp
Cumartesi günleri avlanmaya başlarlar. Bunu duyan Davud 'Peygamber' Yahudilere
beddua eder. Onun bedduasını işiten Tanrı gazaba gelir ve bu kasabadaki
Yahudilerin tümünü maymuna dönüştürür!
Şimdi yukarıdaki masalla ilgili olarak size sorsalar:
"İnanıyor musun bunlara?"
Ne dersiniz? Eğer akılcı eğitimle yetiştirilmiş bir
kimseyseniz vereceğiniz yanıt elbette ki şu türden olacaktır: "Hayır!
Böyle şeylere inanmam; velev ki bunlar mucize niteliğinde şeyler sayılsa bile.
Çünkü gerçek aydın bir kişinin mucizelere inanması olası değildir; meğerki
çılgın olsun." Fakat bunu söylediğiniz an Kur’an’ı inkâr etmiş ve
dolayısıyla kâfir durumuna düşmüş olursunuz. Çünkü bu masal, Kur’an’ın Bakara
ve Araf surelerinde yer almış olup, Muhammed’ in söylemesine göre, Tanrı
sözleri olarak ifade edilmiştir:
"(Ey Muhammed!) Onlara, deniz kıyısında bulunan
şehir halkının durumunu sor. Hani onlar Cumartesi gününe saygısızlık gösterip
haddi aşıyorlardı. Çünkü Cumartesi tatili yaptıkları gün, balıklar meydana
çıkarak akın akın onlara gelirdi; Cumartesi tatili yapmadıkları gün de
gelmezlerdi. İşte böylece biz, yoldan çıkmalarından dolayı onları
sınamaktaydık..."(Araf Suresi, ayet 163.)
Burada geçen 'onları' sözcüğü, yukarıda söz edilen Yahudi
kabilesidir. Güya Tanrı, bu kabilenin Cumartesi yasağına uyup uymadıklarını
denemek için onları böyle bir sınava sokmuş ve görmüştür ki, onlar kendilerine
yasak edilen şeylerden vazgeçmeyecek kadar kibirlidirler! Ve işte bu nedenle
Tanrı onları maymun haline sokmuştur. Bunun böyle olduğu Kur’an’ da şöyle
belirtilmekte:
"Kibirlenip de kendilerine yasak edilen şeylerden
vazgeçmeyince onlara: 'aşağılık maymunlar olun' dedik..." (Araf Suresi,
ayet 166; Bakara Suresi, ayet 65.)
Hemen ekleyelim ki, Muhammed bu masalı, Tanrı ile
Peygamber buyruklarına uymayanların kötü bir akıbete uğrayacaklarını anlatmak
ve dolayısıyla Arapları kendisine baş eğdirtmek maksadıyla kullanmıştır.
Düşünmemiştir ki, bu tür masallarla eğitilen insanlar, akıl rehberliğinden
yoksun kalıp fiziksel gelişme olasılığını yitirirler.
Soru:
"Farelerin deve sütü içmeyip ancak koyun sütü içtiğine ve çünkü vaktiyle
deve sütü içmeyen Yahudi kavimlerinden birinin, Tanrı tarafından fare cinsine
dönüştürüldüğüne dair İslami inanca katılır mısınız?"
Böyle bir soru karşısında, muhtemelen şöyle
diyeceksinizdir: "Hayır katılamam! İslam’da böyle şeylerin olduğuna da
inanmam. Çünkü insanları bu tür inançlarla yetiştirmek, onları beyinsiz kılmak
demektir." Ne var ki, bunu dediğiniz takdirde Muhammed’ in söylediklerini
inkâr etmiş ve Müslümanlık sınavında başarısız kalmış olursunuz. Şu nedenle ki,
Muhammed’in söylemesine göre Tanrı yasaklarına uymayan günahkâr kavimler, Tanrı
tarafından maymun ya da fare gibi hayvan şekline dönüştürülmüşlerdir. Ve işte
Tanrı, vaktiyle Beni İsrail’e (Yahudilere) devenin eti ile sütünü haram
kılmıştı. Bu yüzden Beni İsrail kesinlikle deve sütü içmezdi. Böyle olduğu
halde, Beni İsrail’ den bir kavim, bu yasağa aldırış etmediği için Tanrı
tarafından fare şekline sokulmuştur. Başta Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları
olmak üzere temel İslam kaynaklarına göre Muhammed’ in konuşması aynen şöyle:
"Beni İsrail ‘den bir kavim (mesh olup) beşer
tarihinden silindi, yok oldu. Bilinmez ki, o kavim ne (fenalık) işlemiştir. Ben
zannetmem ki, o ümmet fareden başka bir şeye mesh ve tahlil edilmiş olsun.
Çünkü fare (içsin) diye ( bir yere) deve sütü konulursa, onu içmez de koyun
sütü konulursa onu içer." (16)
Soru:
"Ev farelerinin, yangın çıkarmak bakımından pek usta olduklarına ve onları
bunu yapmaya şeytanların zorladıklarına ve bu nedenle mutlaka öldürülmeleri
gerektiğine dair İslami buyruklara uyar mısınız?"
Vereceğiniz yanıt, muhtemelen yine şöyle olacaktır:
"Hayır! Bu gibi hurafelere inanmam. Fare pis ve zararlı bir hayvandır ve
belki bu nedenle öldürülmesi gerekir ama yangın çıkarmak bakımından şeytan
tarafından baştan çıkarıldığını düşünmek, hurafeye inanmak olur!"
Böyle konuştuğunuz takdirde Muhammed’in sözleriyle alay
etmiş olursunuz ki, cezası en azından cehennemlik olmaktır; kuşkusuz bu arada
Müslümanlık sınavından da kötü not alacaksınızdır. Çünkü Muhammed’ in
söylemesine göre şeytan, ‘füveysika’ (fasıkcağız) denen ev faresini yangın
çıkarmaya sürükler. Gerçekten de Diyanet İşleri Başkanlığı’ nın yayınlarında ve
diğer İslam kaynaklarında anlatılanlar şöyle:
Muhammed, bir gün uykudan uyandığında görür ki,
seccadesinin el kadar bir kısmı yanmıştır. Bir de bakar ki, küçücük bir ev
faresi, orada bulunan kandilin fitilini yakalamış evi ateşe vermek üzeredir.
Hemen kalkar ve fareyi öldürür. Ve sonra halka şöyle der:
"Siz
uyumak istediğinizde kandilinizi söndürünüz. Çünkü şeytan bunun gibi hayvanları
yangın cinayetine sevk eder." (17)
Şimdi diyeceksiniz ki, Muhammed bunu uykuya yatılacağı
zaman, kandilin söndürülmesi ve böylece yangınların önlenmesi için yapmıştır.
Evet, ama insanları, akılcı usullerle eğitmek varken şeytanlar ya da fareler
ilmiyle yetiştirecek olursanız, onları beyni işlemez yaratıklar haline sokmuş
olmaz mısınız?
Soru:
"Horozların melek gördükleri zaman öttüklerine ve öttükleri zaman
Müslümanlar için Tanrı’nın 'Kerem’inden dilekte bulunmak gerektiğine dair bir
hükmü Tanrı ve ‘ Peygamber ‘ buyruğu olarak kabul ediyor musunuz?"
Yine
bunun gibi: "Eşeklerin şeytan gördükleri zaman anırdıklarını ve
anırdıkları zaman ‘Euzü bi’llahi mine’ş-şeytani’r-racim’ deyip Tanrı’ya
sığınmanın Müslüman kişi bakımından zorunluk olduğuna inanıyor musunuz?"
Eğer bu sorulara: "Hayır, olmaz böyle şey! Bunlar
Tanrı’ dan ya da Peygamber' den gelmiş olamaz. Bu gibi sözleri Tanrı’ ya ve
Muhammed’ e yamamak, Tanrı’ yı ve elçisini alaya almak olur" şeklinde bir
yanıt verecek olursanız Müslümanlık iddianız tehlikeye girmiş olur. Ve hele bir
de bu söylediklerinizi açıklamak üzere, kendi kendinize: "Bunlar akıldışı
şeyler! Neden horoz melek gördüğünde ötsün de eşek şeytan gördüğünde anırsın?
Eşek melek görmez mi? Gördüğünde ne yapar? Ya da horoz şeytan görmez mi?
Gördüğünde ne yapar? Nedir Tanrı’ nın ya da Muhammed’ in eşeklere karşı
husumeti ki, zavallı hayvanı şeytandan başka bir şey görmez diye tanımlarlar ve
onun anırdığını görenleri Tanrı’ ya sığınmaya çağırırlar?" şeklinde akılcı
bir yanıta yönelecek olursanız, haliniz fena. Çünkü böyle bir şey söylediğiniz
zaman İslam şeriatını inkâr etmiş sayılır ve kâfirlerden olarak cehennemi
boylarsınız.
Yok, eğer bu yukarıdaki sorulara "Evet bunların
Tanrı ve Peygamber sözleri olduğunu kabul ederim!" diye yanıt verecek
olursanız, Müslümanlık sınavını başarıyla atlatmış ve ' imanı tam' bir Müslüman
olarak övünmeye hak kazanmış olursunuz. Şu bakımdan ki, Muhammed horozları
Müslümanları namaza uyandıran yaratıklar olarak övgüye layık bulur, onlara
sövülmemesini isterdi; örneğin şöyle derdi: " Horoza sövmeyin. Çünkü o
namaza uyandırır." (18)
Yine bunun gibi Muhammed, horozların melek gördükleri
zaman öttüklerine ve eşeklerin şeytan gördükleri zaman anırdıklarına da
inanmıştı; şöyle derdi: "Horozların öttüğünü işittiğinizde (dileklerinizi)
Allah’ ın fazl-ü kereminden isteyiniz. Zira horozlar melek görmüşler (de öyle
ötmüşler)dir. Merkebin anırmasını işittiğinizde de şeytan(ın şerrin)den Allah’
a sığınınız (ve Euzü bi’llahi mine’ş-şeytani’r-racim, deyiniz). Çünkü merkep
şeytan görmüş de (öyle anırmış)tır." (19)
Diyanet’ in belletmesine göre Muhammed bu sözleri
söyledikten sonra şöyle eklemiştir: "Merkep, şeytan görmedikçe anırmaz.
Merkep anırınca siz Allahu Teâla’ yı zikredin, bana da salavat getiriniz."
(20)
Dikkat edileceği gibi merkep anırması, kişiye Tanrı’ nın
adını anıp Muhammed’e salavat getirmek (dua etmek) gibi bir zorunluk
yüklemekte. Böyle bir zorunluğun kutsal duygularla nasıl bağdaşabileceğini
düşünmek kuşkusuz ki kolay değil. (21)
Bu yukarıdaki veriler, Diyanet Yayınları’yla
insanlarımıza belletilmekte. Ne var ki, horozların melek gördükleri zaman
öttüklerini ya da merkeplerin şeytan gördükleri zaman anırdıklarını söyleyen bu
aynı Diyanet, halk arasındaki 'Karakarga kimin evinde öterse o haneden cenaze
çıkar' şeklindeki inançları hurafeden sayar. Daha başka bir deyimle, herhangi
bir kimsenin evinde karakarganın ötmesiyle cenaze çıkacağına dair olan inancı
hurafe olarak kabul ettiği halde, merkebin şeytan gördüğü için anırması üzerine
Tanrı’ ya sığınmak gerektiğine dair hükmü hurafeden saymaz! Ya da, karganın
ötmesinin cenazeyle ilişkisini hurafe diye tanımlar, ama horozun ötmesini
meleklerden ve merkebin anırmasını şeytandan bilip aynı nitelikteki bir
hurafeyi, başka şekiller altında halkımıza sokuşturmaktan geri kalmaz. Ve işte
insanlarımızın dinsel eğitimi, bu zihniyetteki bir Diyanet’e ve onun emrindeki
din adamlarına terk edilmiş bulunmakta!
Soru:
"Rüzgâr estiği zaman ona sövmemek gerektiğine dair olan şeriat buyruğuna inanır mısınız?"
Bu soruya: "Hayır, inanmam böyle saçma
şeylere!" diyecek olursanız Muhammed’ in sözlerini inkâr etmiş olacağınız
için, kuşkusuz ki, Müslümanlık sınavından yine kocaman bir sıfır
alacaksınızdır. Çünkü Muhammed, horozlara sövülmesini yasakladığı gibi, rüzgâra
sövülmesini de yasaklamıştır. Sebep olarak da rüzgârın 'Allah’ ın rahmeti'
demek olduğunu bildirmiştir. Güya Tanrı, rüzgâr göndermek suretiyle Müslüman
kullarına rahmet ya da azap hazırlar. Rüzgâr estiği zaman Müslümanlar, Tanrı’
dan yalvarıp bu rüzgârı ‘hayırlı’ kılmasını dilemelidirler. Muhammed’ in
söylemesi aynen şöyle:
"Rüzgâr Allah’ın rahmetindendir. O ya rahmet veya
azap getirir. Onu gördüğünüzde sövmeyiniz. Allah’ tan hayrını isteyin.
Şerrinden de Allah’ a sığının" (22)
Size deseler: "Öküz,
kendi sırtına binilmesinden hoşlanmadığını ve çünkü gururlu bir hayvan olduğunu
söyler. Çünkü o, sadece tarla sürmek için yaratılmış bir hayvan olduğunu kabul
eder ve bunu kendi ağzıyla Yahudilere bildirmiştir, Muhammed de öküzün bu
şekilde konuştuğuna inandığını söylemiştir."
Bunu söyleyene karşı ne dersiniz? Eğer: "Sen benimle
alay mı ediyorsun? Ne öküz böyle konuşur ve ne de Muhammed böyle bir şey
söyleyebilir" şeklinde konuşacak olursanız, Muhammed’ i yalanlamış ve
dolayısıyla Müslümanlık sınavından sıfır almış olursunuz. Çünkü başta Diyanet
İşleri Başkanlığı’ nın yayınları olmak üzere, en sağlam İslam kaynaklarına göre
Muhammed, öküzlerin binek hayvanı olmayıp, tarla sürmek için yaratıldıklarını
ve şu hale göre onları merkep gibi kullanmanın isabetsiz olduğunu ve daha
doğrusu çiftçilerin öküz kullanmak suretiyle tarlalarını sürebilmelerinin caiz
olduğunu bildirmek üzere halka şu hikâyeyi anlatır:
"(Beni İsrail zamanında) bir kimse öküz üzerine
binmişti. Bu sırada hayvan o kimseye yüzünü çevirip bakarak: ‘Ben bunun için
yaratılmadım? Ben tarla sürmek için halk olundum’ demiştir."
Anlaşılan o ki öküz, merkep gibi sırtına binilmesinden
hoşlanmayan, bunu gururuna yediremeyen bir hayvandır; çünkü Tanrı onu sırtına
binilmesi için değil, tarlaya sürülmesi için yaratmıştır.
Yukarıdaki hikâyeyi anlattıktan sonra Muhammed, öküzün bu
şekilde konuştuğuna kendisini de inandığını kanıtlamak üzere şunu ekler:
"Ben, hayvanın böyle söylediğine inandım."
Fakat bunu yeterli bulmaz; halkı bu söylediklerine biraz
daha inandırabilmek için Ebu Bekir ile Ömer b. Hattab’ ı kendisine destekçi
olarak gösterir ve öküzün bu şekilde konuştuğuna onların da tanık olup
inandıklarını belirtir. (23)
Dikkat edileceği gibi bütün sorun, öküzün binek hayvanı
olarak değil, çiftçilikte tarla hayvanı olarak kullanılmasıyla ilgilidir. Bunu
anlamak için Muhammed’ in yaptığı şey, öküzü konuşuyormuş gibi gösterip
mucizevi bir olayı dile getirmek oluyor. Getirirken de kişileri, mucizeden
başka bir usulle (örneğin akılcılık yoluyla) eğitilemezmiş gibi bir duruma
sokmuş oluyor. Oysa: ‘Tarlalarınızı öküz kullanmak suretiyle sürebilirsiniz’
şeklinde bir şeyler söylemiş olsa mesele kalmayacaktır.
Soru: "Kurt denen vahşi hayvanın, insanlarla
konuştuğuna ve gelecekten haber verdiğine dair din verilerine inanır
mısınız?"
Bunu söyleyene karşı tutumunuz, muhtemelen yine aynı
olacak ve yine Müslümanlık sınavından başarısız çıkmış olacaksınızdır. Şu
nedenle ki, Muhammed’ in, ‘gururlu öküz’ le ilgili olarak yukarıda
belirttiğimiz sözlerinin devamı kurt denen vahşi hayvanı, hani sanki ileri
görüşlüymüş gibi gösterir niteliktedir! Buhari’nin Ebu Hüreyre’ den rivayetine
göre Muhammed, bir gün halka şöyle der:
"...Bir kere de bir koyunu bir kurt kapmıştı. Çoban
kurdu peşi sıra takip etti (ve koyunu bıraktırdı); bunun üzerine kurt, çobana
hitap ederek: ‘Elbette yırtıcı hayvanların sürüye saldırdığı bir gün gelir. O
fitne gününde koyunun benden başka çobanı bulunmayacaktır. (Bakalım o gün )
koyunu benden kim kurtarır? Dedi."
Bunu anlattıktan sonra yine halkı inandırmak umuduyla
ekler:
"Ben, kurdun böyle söylediğine inandım; Ebu Bekir’
le Ömer de inandı." (24)
Muhammed’ in açıklamasına göre kurt, Medine şehrinin bir
gün gelip orada oturanlar tarafından terk edileceğini, vahşi hayvanların,
kurtların ve kuşların istilasına uğrayacağını haber vermiş, böylece ileri
görüşlülüğünü ortaya koymuştur. ‘Neden dolayı Muhammed, Medine’nin böyle bir
hale düşeceğini anlatmak için kurt hikâyesine başvurmuştur?’ diye sorulacak
olursa, verilecek yanıtın muhtemelen şu olması gerekir:
Kurtubi ve İbnü’l Arabi ve Kadi Iyaz gibi kaynakların
bildirmesine göre Muhammed, bir gün gelip Medine içinde birtakım fitnelerin ve
musibetlerin olacağını, Bedevi Arapların gelip şehre yayılacaklarını ve orada
öteden beri oturanları yerlerinden edeceklerini haber vermiştir. (25)
Pek muhtemelen bu söylediklerini pekiştirmek içindir ki,
yukarıdaki kurt hikâyesini anlatma ihtiyacını duymuş olmalıdır. Hikâyeyi
anlatmakla, Medine’nin önemini vurgulamak istemiştir. Ne var ki, bütün bu
felaketlerin Medine’nin başına ne zaman geleceği hakkında bilgi vermemiştir.
Bundan dolayıdır ki, İslam yazarlarından bazıları bu olayın Emeviler ve
Abbasiler döneminde oluştuğunu söylemişlerdir. Bazıları da kıyamet saatinin
yaklaştığı bir zamanda oluşacağını öne sürmüştür. (26)
Soru:
"Abdestinizi yaptıktan sonra altınızı (pisliğinizi) temizlerken tek sayıda
taş ya da tek sayıda kerpiç kullanmak gerektiğine ve bu sayıların bir, üç, beş,
yedi, vs. gibi tek olmasının önemli olduğuna ve bunun gibi her ‘hayırlı’ işin
tek sayılara göre yapılmasının Tanrı ve Peygamber emri olduğuna inanıyor musunuz?
Buna inanmayın, Tanrı’nın tek olduğu inancıyla bağlantılı bulunduğunu kabul
ediyor musunuz?"
Eğer bu soruya: "Hayır olmaz böyle bir şey; Tanrı’
nın tekliğini kanıtlamak için insan pisliğinin tek sayıdaki taş ya da kerpiçle
temizlenmesini öngören bir buyruk Tanrı ve Peygamber buyruğu olamaz!"
derseniz Müslümanlığınız şüphe götürüyor demektir. Sınavdan sıfır almanız için
bu şüphe yeterlidir.
Yok, eğer yukarıdaki sorulara "Evet bunlara
inanıyorum" der ve abdestinizi yaptıktan sonra tek sayıdaki taşla altınızı
temizlemeyi adet edindiğinizi bildirirseniz ya da su içerken tek sayıda
yudumlayarak içerseniz, hurma ve zerdali gibi meyveleri yerken bunların
sayısını tek tutarsanız ya da genellikle her işinizi tek sayı esasına göre
yaparsanız iyi bir Müslüman olmakla övünebilirsiniz. Çünkü bu şekilde davranmakla,
Tanrı’ nın ve Muhammed’ in buyruklarına uymuş olmaktasınızdır. Muhammed’in bu
konudaki buyruklarından birkaç örnek şöyle:
"... Her kim istinca için taş istimal ederse,
âdetini tek yapsın (Hiç olmazsa üçtaş kullansın)..." (27)
"Abdullah b.Mes’ud... Şöyle demiştir: Nebiyy-i
Mükerrem...( bir kere ) kaza-yı hacete gitti: 'Üçtaş getir' diye bana
emretti..." (28)
"...Allah tektir, tek olan şeyi sever..." (29)
"...( Kişi ) Hurma, zerdali gibi sayılabilen şeyler
yediği zaman tek yemelidir; yedi, on bir veya yirmi bir gibi. Böylece bütün
işleri, Allahu Teâla ile ilgili olmalıdır. Çünkü O tektir, çift
değildir..." (30)
Ne ilginçtir ki, Diyanet İşleri Başkanlığı "Tuvalet
taşına ters oturarak büyük abdest yapmak nazarı keser" şeklindeki halk
inançlarının hurafe olduğunu söylemekte. Ne var ki bu aynı Diyanet, yukarıda
kısaca değindiğimiz gibi, halkımıza, abdest yaptıktan sonra temizlenmek için
tek sayıda taş (örneğin üçtaş) kullanmak gerektiğini, çift sayıda taş
kullanmanın dine aykırı düştüğünü belletmekle meşguldür. Anlaşılan o ki,
Diyanet, Tanrı’nın tek oluşu fikrinden hareketle her işin tek sayı esasına göre
yapılmasını uygun bulduğu içindir ki, böyle bir şeriat hükmüne önem
vermektedir. Fakat tuvalet taşına ters oturmak gibi bir eylemle, tuvaletteyken
tek sayıda taş kullanmak eylemi arasında pek fark bulunmadığına (hatta bu
ikinci halde Tanrı fikrini zedelemek söz konusu olduğuna) göre Diyanet, savaşır
göründüğü bir hurafeyi bir başka şekil altında satmakla sürdürmüş olmuyor mu?
Soru:
"Aksırmanın Tanrı’ dan gelme olduğuna ve çünkü Tanrı’nın aksırmaya
muhabbet ettiğine, buna karşılık esnemenin şeytandan olduğuna ve esnemek üzere
'ha' diye ağzını ayıran kişiye şeytanın güldüğüne inanır mısınız?"
Eğer bu soruyu soran kişiye kızar ve "Haydi be
sende! Böyle saçma şey olmaz" derseniz, Muhammed’ i yalancı durumuna
düşürmüş olur, Müslümanlık sınavından sıfır alırsınız. Çünkü bu sözler,
Muhammed’ in ağzından çıkma şeyler olarak Müslümanlara öğretilmektedir.
Gerçekten de Diyanet’ in, İslam kaynaklarından naklen bildirmesine göre
Muhammed şöyle konuşmuştur:
"...Aksırığa Allah muhabbet eder... Esnemeyi de fena
görür. Ey müminler! Sizin biriniz aksırıp Allah’ a Hamd ederse, onun Elhamdü
li’llah dediğini işiten her Müslüman Yerhamükellah diye mukabele etmek, aksıran
mümin için hak olur. Esnemeye gelince, şüphesiz o şeytandandır. Biriniz esnemek
hali geldiğinde gücü yettiği derecede onu gidermeye çalışsın. Çünkü biriniz
esneyip 'ha' diye ağzını ayırınca onun gafletine şeytan güler." (31)
Bu buyruğu okurken, ilk söyleyeceğiniz şey, muhtemelen şu
olacaktır: "Neden Tanrı aksırmaya muhabbet etsin de esnemeyi kötü bilsin?
Tanrı’nın uğraşacak başka bir işi kalmadı mı? Aksırmak ya da esnemek doğal ve
bedensel şeyler değil mi?"
Böyle konuştuğunuz takdirde, karşınızda yine Diyanet’i ya
da din adamlarını bulacaksınızdır. Şu bakımdan ki, Diyanet’in açıklamasına
göre, eğer aksırma, sağlıklı ve kişiyi rahatlatır nitelikte bir aksırmaysa, bu
takdirde aksıran kişi Elhamdü li’llah demelidir. Bunu yapacak olursa artık bir
daha göz ağrısı diye bir şey çekmez. Öte yandan Elhamdü li’llah demek
suretiyle, aksırdığını işiten Müslüman kişilerin kendisine Yerhamükellah diye
karşılık vermelerini (yani 'Allah sana merhamet etsin' demelerini) sağlamış
olur. Yok, eğer aksırma, soğuk algınlığı ya da nezle gibi bir rahatsızlık
nedeniyle, yani sağlıklı olmayan cinsten bir aksırmaysa, bu takdirde onun
aksırdığını işitenler için 'Yerhamülkellah' demek gerekmez!
Esnemeye gelince: Yukarıda değindiğimiz gibi Muhammed,
esnemesi gelen kişilerin, bütün güçleriyle bunu önlemeleri gerektiğini, aksi
takdirde şeytanların kendilerine güleceğini bildirmiştir.
Akılcı eğitim görmüş kimseler için bütün bu yukarıda
belirttiğimiz buyruklar hurafeyle uğraşmak demektir. Ve işte eğer siz, İslam
şeriatının bu mantığını benimsemekten kaçınıyorsanız, İslam’a karşı gelmiş
olursunuz. (32)
Tekrar edelim ki yukarıya aldığımız örnekler, insan
aklını dumura uğratır nitelikteki benzeri örneklerden sadece birkaçıdır.
Referanslar:
1) İlhan
Arsel, Toplumsal Geriliklerimizin
Sorumluları: Din Adamları adlı kitabıma bkz. Ayrıca bkz. Sahih-i Buhari
Muhtasarı. Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, c. 11, s.393.
2) Bkz. Sahih-i Buhari Muhtasarı. Diyanet İşleri
Başkanlığı Yayınları, c. 11, s. 10 vd., Hadis1664. Ayrıca bkz. Ilhan Arsel,
Kur’an’ın Eleştirisi I.
3) Bu konuda bkz. Sahih-i Buhari Muhtasarı. Diyanet
İşleri Başkanlığı Yayınları, c. VIII, s. 471, Hadis No: 1312 ve c. 9, s. 52,
Hadis No: 1352. Ayrıca bkz. Ilhan Arsel, Kur’an’ın Eleştirisi I.
4) Sahih-i Buhari Muhtasarı. Diyanet İşleri Başkanlığı
Yayınları, c.11, s. 393, Hadis No: 1863.
5) Sahih-i Buhari
Muhtasarı. Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, c. 10, s. 116, Hadis No: 1558.
6) Sahih-i Buhari
Muhtasarı. Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, c.12, s. 92.
7) Sahih-i Buhari
Muhtasarı. Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, c. 8, s. 34, Hadis No: 1236.
8) Bu konuda Buhari ya da Müslim gibi temel kaynaklar
için bkz. Turan Dursun, Tabu Can Çekişiyor: Din Bu, Kaynak Yayınları, 3. Basım,
İstanbul, s. 134 vd.
9) Ebu Davud ve Ahmed İbn Hanbel gibi temel kaynaklardan
alınma bu örnek için bkz. Turan Dursun, Tabu Can Çekişiyor: Din Bu, Kaynak
Yayınları, 3. Basım, İstanbul, s. 139-140.
10) Buhari’ nin e’s-Sahih, Kitabu’t-Tıbb ve Müslim’ in
e’s-Sahih, Kiyabu’s-Selam’da bulunan bu hadisler ve yukarıdaki alıntı için bkz.
Turan Dursun, Tabu Can Çekişiyor: Din Bu, Kaynak Yayınları, 3. Basım, İstanbul,
s. 136.
11) Sahih-i Buhari Muhtasarı. Diyanet İşleri Başkanlığı
Yayınları, c. 12, s.87, Hadis No: 1929 ve s. 91, Hadis No: 1934.
12) Bu tür hadisler için bkz. Diyanet dergisi, Diyanet
Yayınları, sayı 6, c. 11, s. 340.
13) Hukuk-u İslamiyye ve Istılahat-ı Fıkhiyye Kamusu ile
İbn Mace’nin Ter. Ve Şerhi’ nden alınma bu husular için bkz. Ali Rıza Demircan,
İslam’a Göre Cinsel Hayat, Eymen Yayınları, İstanbul 1986, c. 2, s. 168 vd.
Ayrıca Ilhan Arsel, Toplumsal Geriliklerimizin Sorunluları: Din Adamları.
14) Bu hususlar için bkz. Diyanet dergisi, Diyanet
Yayınları, sayı 6, c. XI, s. 339-340.
15) Bunun böyle olduğunu anlamak için bkz.Sahih-i Buhari
Muhtasarı. Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, c.9, s. 70 vd., Hadis No: 1365.
16) Muhammed’ in bu sözleri Diyanet Yayınları’ ndan
alınmadır. Bkz. Sahih-i Buhari Muhtasarı. Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları,
c. 9, s. 68, Hadis No: 1364; ayrıca İlhan Arsel, Şeriat’ tan Kıssalar.
17) Sahih-i Buhari Muhtasarı. Diyanet İşleri Başkanlığı
Yayınları, c. 9, s. 70.
18) Ebu Davud’ un Kirab’ ul-Edeb’ inde yer alan bu hadis
için bkz. İmam Nevevi, age. c.3, s. 328.
19) Sahih-i Buhari Muhrasarı. Diyanet İşleri Başkanlığı
Yayınları, c. 9, s. 66-67.
20) Sahih-i Buhari Muhrasarı. Diyanet İşleri Başkanlığı
Yayınları, c. IX, S. 68.
21) İlhan Arsel, Toplumsal Geriliklerimizin Sorunluları:
Din Adamları,( Kaynak Yayınları, İstanbul 1996, s. 220 )
22) Bu ve buna benzer hadisler için İmam Nevevi, age. C.
3, s. 326 vd.
23) Sahih-i. Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, c. VII,
s. 143, Hadis No: 1049. ( Aynı rivayet Müslim’ in Fazail’ inde ve Tirmizi’ nin
Menakıb’ ında bulunmakta. )
24) Sahih-i Buhari Muhrasarı. Diyanet İşleri
BaşkanlığıYayınları, c. VII,s. 144, Hadis No: 1049.
25) Sahih-i Buhari Muhtasarı. Diyanet İşleri Başkanlığı
Yayınları, c. VI, s. 234-236, Hadis No: 885.
26 Kurtubi’nin ve İbnü’ lArabi’ nin ve Nevevi ‘ nin
görüşleri için bkz. Sahih-i Buhari Muhtasarı. Diyanet İşleri Başkanlığı
Yayınları, c. VI, s. 234-236, Hadis No: 885 ve c. VII, s. 143-147, Hadis No:
1049.
27) Sahih-i Buhari Muhtasarı. Diyanet İşleri Başkanlığı
Yayınları, c. I, s. 148, Hadis No: 130.
28) Sahih-i Buhari Muhtasarı. Diyanet İşleri Başkanlğı
Yayınları, c. I, s. 142, Hadis No: 124.
29) Bkz. Ebu Davud ve Tirmizi, Kitab’ ul- Edeb, Kitab’
us- Salat, 1416; Tirmizi, Kitab’ us-Salat, 453; İmam Nevevi, Riyaz’ üs Salihin
Tercümesi, Merve Yayınları, İstanbul 1992, c. 2, s. 396, Hadis No: 1132.
30) Gazali, Kimya-yı Saadet, Bedir Yayınevi, İstanbul
1979, s. 162.
31) Sahih-i Buhari Muhtasarı. Diyanet İşleri Başkanlığı
Yayınları, c. 12, s. 165, Hadis No: 2014.
32) Ilhan Arsel, Toplumsal Geriliklerimizin Sorumluları:
Din Adamları.
Kaynak: İlhan Arsel, Müslümanlık Sınavı, Kaynak Yayınları
Yorumlar
Yorum Gönder