Ateizmin Felsefi Dayanakları
Ateizmin Felsefi Dayanakları
Ateizm herhangi bir yeni iddiada bulunmaz, yalnızca
mevcut bir iddiayı değerlendirip reddeder. Fakat elbette ki bu da belli bazı
fikirsel dayanaklar gerektirir. Bu yazı tanrı inancını fikirsel bazda
kanıtlamaya yönelik olarak sıkça kullanılan bazı akil yürütmeleri ele almakta
ve ateizmin nasıl mümkün olduğuna dair belli baslı fikirleri ortaya
koymaktadır. Yazının kapsamı çok geniş olmayıp, yalnızca belli baslı konuları
ele almaktadır. Konuyla ilgili daha ayrıntılı bilgi için danışılabilecek çok
sayıda yazılı kaynak ve İnternet’te İngilizce hazırlanmış çok sayıda web sitesi
bulunmaktadır.
Tanrının
tanımı
Her şeyden önce, tanrının varlığını veya yokluğunu
tartışabilmek için, tanrı kavramının tanımını yapmak gerekmektedir. Şaşırtıcı
nokta, herkesin bu kadar sözünü ettiği bir kavramın çok kesin, net, herkesin
anlayıp üzerinde birleştiği, kabul edilir ve anlaşılır bir tanımının
bulunmamasıdır. Pek çok ateist-teist tartışmasının asıl noktalara gelinemeden,
tanrının tanımı noktasında düğümlenip kaldığı, çünkü tanrının doğru dürüst bir
tanımının yapılamadığına felsefi alanda çok tanık olunmuştur.
Bunun bir sebebi pek çok teistin tanrıdan ne kastettiği
ve tanrıyı nasıl tanımladığı konusunda fazla kafa yormamış olması, bir diğer
sebebi de ortada yaygın birden fazla tanrı tanımının bulunmasıdır.
Genellikle tanrıdan ne kastedildiği tam anlaşılmadan
tanrının varlığı veya yokluğunun kanıtlarına geçilir. Örneğin su diyaloga
dikkat ediniz ve konuyla olan bağlantısını kurmaya gayret ediniz:
A: Masanın üzerinde küçük bir peri var.
B: Ama ben bir şey görmüyorum.
A: Elbette, çünkü bu görünmez bir peri.
B: Ama dokunamıyorum da.
A: Elbette, bu peri görünmez, dokunulmaz ve hakkında
hiçbir somut veri edinilemez bir peri.
B: Peki o zaman var olduğunu nereden biliyorsun?
A: çünkü bu perinin varlığının kanıtları var.
B: Nedir bu kanıtlar?
A: Mesela yağmurun yağması bu perinin varlığının
kanıtıdır. Bu peri yağmur perisi. Ne zaman yağmur yağsa bu perinin var olduğunu
anlıyorum.
B: Peki yağmurun sebebinin bu peri olduğunu nereden
biliyorsun?
A: çünkü başka birsek olamaz. Sen söyle o zaman yağmurun
neden yağdığını?
B: yağmurun neden yağdığını bilmiyorum. Ama yağmurun
sebebinin elindeki peri olduğuna inanmam için başka deliller gerekli.
(Dikkat ediniz, artık bu noktada, B dahi perinin var olup
olmadığını veya niteliklerini sorgulamaktan çıkıp, varlığının delillerini
tartışmaya başlamıştır).
A: Bu perinin varlığını kanıtlamaya aslında gerek bile
yok. Herkes beyninin derinliklerinde bu perinin varlığına inanır. Sadece
kişinin gönül gözünü açması gerekir. Bu peri kendi kendinin kanıtıdır. Ayrıca
kendi varlığına dair inancı hepimizin beynine koymuştur. Hem sonra, başka turlu
yağmurun nasıl yağdığını açıklamanın yolu olmadığından, bu perinin varlığına
inanmak zorundasın.
B: Peki bu perinin nitelikleri neler? Neye benzer? Nasıl
bir şeydir?
(Dikkat edildiği gibi perinin nitelikleri, varlığının
kanıtlarının tartışılmaya başlanmasından sonra gündeme gelmiştir).
A: Bu peri 15 cm boyunda, kanatlı, zayıf, ince bir
varlıktır. Akıllıdır, konuşkandır ve neşelidir. Devamlı kanat çırpar. Ne zaman
yağmurun yağmasını isterse bunu diler ve yağmur yağar.
B: Bilmiyorum, bana yine de inanması biraz zor geliyor.
A: Ama inanmazsan, bu peri kızar ve evini sel bastırır.
İnanırsan ve dediklerini yaparsan ise bahçendeki bitkileri yeşertir, evine
bolluk getirir.
(Dikkat ediniz, burada da insan motivasyonunun temel
ilkeleri olan "ödül" ve "ceza" prensipleri
kullanılmaktadır).
B: Ben yine de inanmıyorum.
A: İnanmıyorsan, olmadığını kanıtla o zaman?
B: ?
Dikkat ediniz, sonunda diyalog donmuş ve B'den perinin
olmadığını kanıtlaması istenmeye başlanmıştır. Hele de bu diyalogun nesiller
boyu sürdüğünü düşünün. A ve yandaşlarının bu perinin otoritesini kullanarak
topluluklarına düzen getirdiğini, kurallar koyup bunların islemesini sağladıklarını
ve bu yolla bir yasama ve yürütme otoritesi kurmayı başardıklarını düşünün.
İşe yarayan ve düzen sağlanmasına yardımcı olan bir
toplumsal fenomen, toplumda zaman içinde kabul görür. Daha az sorgulanır. Hele
de insanlara bunun anlayamayacakları birsek olduğunu ve bu konuya ancak belli
baslı bazı akıllı ve bilge kişilerin vakıf olduğunu söyleyin, insanlar zaten
meşgul olan günlük hayatlarından bu meseleyi çıkarır, bu konuda güvendikleri
kişilerin fikirlerini ve öğütlerini dinlemeye başlarlar.
Sonunda konuyla ilgili kafa yoran kişilerden de
birbiriyle uyusan ve uyuşmayan görüşler çıkmaya baslar. Zamanla periden bütün
somut özelliklerini (boyunu, kanatlarını, büyüklüğünü, vb.) de çıkarır, daha
zor sorgulanabilsin ve daha zor anlaşılabilsin diye tamamen soyut nitelikler
atfederler. (Rengi, sekli, büyüklüğü yoktur, yeri yurdu yoktur, öncesi sonrası
yoktur, vb. gibi). Çünkü insan yalnızca anlayamadığı şeye inanır. Anladığı her
şeyi sorgular insan.
Tanrı için de İslami kaynaklara baktığınızda pek çok yerde
hiç de soyut olmayan, neredeyse insana benzeyen bir varlık karşınıza çıkar.
Örneğin tanrının "iki el"inden (Maide: 64; Sad: 75),
"yüz"ünden (pek çok ayet içinde, örneğin Bakara:115) bahsedilir.
Kuran'ın, hadislerin sözlerine bakan kimi yorumcular, tanrının cisimli,
"Mucessine" olduğu görüşüne ulaşırlar. Ayrıca tanrı insan gibi görür,
işitir, konuşur, yatışır, düşünür, acır, bağışlar, insan gibi
"Efendi"dir (Rabb), "Kral"dır (Melik), "Ev"i
vardır (Kabe), "Tahtı, Sarayı" vardır (Arş). "Güçlüdür"
(Aziz), "Zorba"dır (Cebbar), "Sevecen"dir (Vedud), dost,
düşman kazanır, vs. Ayrıca Kuran'a göre tanrı göktedir. "GOKTE OLAN'ın
sizi yerin dibine geçirmesinden güvende misiniz? O zaman yer sarsıldıkça
sarsılır. GOKTE OLAN'ın başınıza taş yağdırmasından güvende misiniz?"
(Mülk Suresi, 16-17). Ayrıca tanrının Arş'ı (Taht, Saray) da göklerin
üstündedir. Bunlara bakan kimi din âlimleri ve kuran yorumcuları "tanrı
gökteyse, Tanrı'nın gökten daha küçük olması gerekir. Böyle birsek
düşünülebilir mi?" gibi veya "tanrı gökteyse varlığının ve varlığını
sürdürebilmesinin bir başka şeye bağlı olduğunu da düşünmek gerekir, bu nasıl
olabilir?" gibi sorular sormuşlardır.
Fakat ayni zamanda tanrının "benzeri" olmadığı
da söylenir (Sura: 11). "Öncesiz", "Sonrasız",
"Doğmamış", "Doğurmamış" denir tanrı için. Özellikle
günümüzde, artık tanrıdan bahsedildiğinde genellikle cisimsiz, mekânsız, soyut
bir kavram karşınıza çıkar. "tanrı nasıl bir şeydir?" diye
sorduğunuzda, elinizde kendisine atfedilen akil, zekâ ve istediğini yapabilme
dışında hiçbir nitelik kalmadığını görürsünüz.
Aslında sorgulama devam ettiğinde tanrı kavramını bu
niteliklerden bile soyutlama ihtiyacı hissederler. Çünkü bir Hıristiyan
teoloğun dediği gibi:
"Tanrı hakkında hiçbir şey söyleyemeyiz. Çünkü tanrı
hakkında birsek söylemek, tanrıyı 'sınırlamak' demektir. Tanrı için A
özelliğine sahiptir demek, tanrının non-A (A olmayan) özelliğine sahip
olmadığını söylemek olur. Dolayısıyla her turlu sınırlamayı asan bir kavram
olması gereken tanrı için hiçbir şey söyleyemeyiz."
Bir elma hayal edin. Ve sırayla elmadan bütün
niteliklerini çıkarmaya başlayın. Rengini çıkarın, büyüklüğünü çıkarın,
kütlesini çıkarın, seklini çıkarın. Geriye ne kalır? Konu elma olunca geriye
bir şey kalmaz ama konu tanrı olunca belli ki geriye "var" olması ve
de "bir" olması kalıyor.
Bu düşünce tarzı aşağıdaki diyaloga benzer:
Teist: Tanrıya inanıyorum.
Ateist: tanrı nedir?
Teist: Bilmiyorum.
Ateist: Fakat inandığın şey ne o zaman?
Teist: Onu da bilmiyorum.
Ateist: Öyleyse inancını inançsızlıktan ayran faktör ne?
Dolayısıyla bu düşünce tarzının absürtlüğü açıktır. Bu
yüzden de tanrıyı tüm niteliklerinden soyutlamak da istemezler. Tanrıyı insan
olarak ancak "kısmen" anlayabileceğimizi söylerler örneğin. Ve de
mümkün olduğunca genel ve sorgulanamayacak nitelikler atfetmeye çalışırlar.
Fakat eğer bu nitelikler herhangi bir felsefi analize tabi tutulmaya
çalışılırsa, o zaman yukarıdaki agnostik anlayışa çekilirler. Bu agnostik
anlayışın yukarıdaki diyalogdaki gibi saçmalığı dile getirildiğinde ise, yine
bazı nitelikleri olduğunu söylemeye başlarlar.
Kısacası tesitlerin kullandığı sekliyle tanrı kavramı
içinden çıkılamaz bir çelişkidir, bir paradokstur. Ne bir nitelik ithaf
edebilirsiniz, ne de hiçbir niteliği olmamasına izin verebilirsiniz.
Bu yüzden tanrı kavramı aslında daha tanımı noktasında
terk edilmesi gereken bir kavramdır. Fakat yazının devam edebilmesi için ve
tanrının varlığıyla ilgili kanıtların analizi konusunda söz söyleyebilmek için
yine de bir tanımda anlaşmak gerekiyor. Bu yüzden tanrı kavramının üç yaygın
açıklamasını burada dile getiriyorum:
1) Cisimli, belli bir sekli ve boyutu, vs. olan fakat
bizim bilmediğimiz ve görmediğimiz bir yerde var olan bir somut varlık.
2) hiçbir fiziksel özelliği olmayan, doğaüstü, fakat yine
de "akıllı olmak" ve "istediğini yapabilmek" gibi bazı
nitelikler taşıyan ve ayni zamanda tüm nitelikleri tam anlaşılamayacak bir
varlık.
3) Var olan fiziksel dünyanın tümü, bütünü. (Panteist
tanrı anlayışı).
Bu yazı boyunca, her ne kadar tatminkâr bir tanım
olduğuna inanmasak da 2 numaralı tanımı kullanacağız. Çünkü toplumda en yaygın
şekilde anlaşılan tanrı kavramı bu.
Tanrının
varlığını kanıtlamak için öne sürülen deliller ve akil yürütmeler
Bu kısımda tanrı kavramını kanıtlama gayesiyle en çok
kullanılan bazı akil yürütmeleri ve sunulan bazı delilleri ele alacağız.
1)
İlk neden
Bu akil yürütmeye göre dünyada her şeyin bir nedeni
vardır ve nedenler zincirinde geriye doğru gittiğinizde bir ilk nedene
ulaşırsınız. Bu ilk neden ise tanrıdır. Bu akıl yürütme çeşitli konulara uygulanabilir.
(Örneğin ilk canlı nasıl oluştu, evren nasıl oluştu, vs.).
Bu akil yürütmenin felsefi açıdan zayıf noktası ise kendi
amacıyla çelişmesidir. Nedenler zincirini hem kesmek hem de devam ettirmek
isteyen bir akil yürütmedir bu.
Yani sunu demek istiyoruz: Nedenler zincirinde geriye
doğru gidip, ilk şeyin nedenini bulmaya çalışıyorsunuz ve "Evrene ilk ne
sebep oldu?" sorusuna kadar geldiniz diyelim. Eğer burada "Evrene de
tanrı sebep oldu" deyip duracaksak, o zaman neden bu noktada durduğumuz ve
neden "Peki tanrının sebebi neydi" sorusunu sormadığımız noktası
gündeme gelir. Yok, eğer "tanrı hep vardı" veya "tanrı kendi
kendisinin sebebidir" diyebiliyorsak, o zaman bunu neden evrenin kendisi
için diyemiyoruz? Sorusu gündeme gelir. Yani, belki evren hep vardı veya evren
kendi kendisinin sebebiydi? Yok, eğer evrenin sebebini sorgulama ihtiyacını
içimizde hissediyorsak, o zaman neden tanrının sebebini sorgulama ihtiyacını
hissetmiyoruz?
Kısacası görüleceği gibi burada yalnızca sebebi bilinmeyen
bir şeyi açıklıyor gibi görünmek gayesi vardır. Yapılan açıklama ise gerçek bir
açıklama değildir. Teorik olarak zincire devam edebilir ve tanrının sebebi de
kutsal ruh, onun da sebebi başka bir seldir diyebilirdik. Ama eğer varlığın bir
açıklamasının yapılabilmesi için bir yerde durulması gerek diyorsanız, o zaman
nerede duracağınızı neye göre seçiyorsunuz? Yani evrenin sebebinde
durmuyorsunuz da niye tanrının sebebinde duruyorsunuz?
Görüldüğü gibi ortada çok açık bir düşünce yanlışı
bulunmaktadır. Nitekim "İlk neden" akil yürütmesi, yüzyıllardır ciddi
felsefi tartışmalarda kullanılmaz. Fakat günlük hayattaki tanrı tartışmalarında
hala ısrarla ateistlerin önüne getirilmektedir.
2)
Evrenin düzenli olması
Evrende bir düzen olduğu gözlemi bazen tanrı kavramının
bir kanıtı olarak kullanılır. Denir ki evren kaotik değildir, belli kurallara
uyar. Ve dolayısıyla, bu düzenin altında, bu düzene sebep olan bir zekâ
olmalıdır.
Ya da başka bir sekliyle bu akil yürütme "doğa
kanunlarının kanun koyucusu" fikri ile karsımıza çıkar. Denir ki evrende
doğa kanunları var, dolayısıyla bu kanunların bir kanun koyucusu gerekir, bu da
tanrıdır.
Ya da evrende zekâ ve bilincin olması (insanoğlu), buna
sebep olan daha üst bir zekâ ya da bilincin varlığının bir kanıtı olarak ifade
edilir bazen. Tüm bunlar ayni akil yürütmenin değişik versiyonları olduğundan,
bu yazıda bir arada, ayni madde altında inceliyoruz.
Birincisi, evrenin kaotik değil, belli kurallara uyan bir
düzen olduğunu ilan etmek o kadar kolay değildir. Nitekim uzmanlar, günümüzde
kaotik olarak adlandırılan sistemler altında dahi n boyutlu diferansiyel
denklemlerle ifade edilebilecek düzenler bulmaktadır. Sonuçta düzen kaos
içindeki belli bir paterne uyan bir parçanın özelliğine verilebilecek bir
isimse, herhangi bir kaos sayısız miktarda düzenli alt parça içerebilir
demektir. Dolayısıyla evrenin daha üst bir kaosun belli bir paterne uyan bir
alt parçası olması mümkündür.
Ayrıca evreni düzenli ilan etsek de herhangi bir düzenin
bir zekâ gerektirdiğini iddia etmek mümkün değildir. Zekâ ile düzen arasında
nedensel bir bağ yoktur. Bir düzenin ille de bir zekâdan çıkması gerektiği
mantıksal olarak gösterilemez.
Zekânın zekâdan çıkması da ayni şey. Bir zekânın ya da
bilincin daha üst bir zekâ ya da bilinçten kaynaklanması gerektiği mantıksal
olarak gösterilemez.
3)
Ahlaksal kanıtlar ve adalet fikri
Denir ki tanrı olmazsa iyi ile kotu arasındaki farkı
anlamanın ve ahlaksal prensipler getirmenin bir yolu kalmaz.
Ya da denir ki, bu dünya adaletsizliklerle doludur. Çoğu
kez kötülük, kötülük yapanın yanına kalır. Obur dünya, cennet ve cehennem,
dolayısıyla tanrı olmalıdır ki adalet yerine gelebilsin.
Birinci konu, yani tanrı olmazsa iyi ve kotu arasında bir
farkın kalmayacak olması konusu doğru bir gözlem olabilir de olmayabilir de.
Ancak, doğru olsa dahi bu prensip tanrı kavramının bir kanıtı olamaz. Belki
gerçekten de iyi ya da kotu diye birsek yoktur ve biz boşu boşuna iyilik diye
birsek tanımlayıp öyle davranmaya çalışıyoruz. Ya da belki iyi ya da kotu
dediğimiz şeyler, insanoğlu olarak, bir toplum içinde bir arada yasamanın
gerekleri yüzünden, topluluğun tümünün refahı için uymamız gerekli olduğuna
inandığımız kurallara verilen isimlerdir. Dolayısıyla, belki de iyi ve kotu
insan yapısıdır ve insanların, yani bizlerin tanımladığımız şeylerdir. Yani
tanrıyla bir ilgisi yoktur.
İkinci konu ise, yani adaletin yerine gelmesi için obur
dünyanın olması gerektiği konusu, felsefi acıdan bir delil değil, olsa olsa
safça bir insani temennidir.
4)
Sonsuzluk
Sonsuzluğu insanın kavrayamayacağı, böyle bir kavramı
ancak tanrı gibi mutlak bir varlığın kavrayabileceği, dolayısıyla tanrının
olması gerektiği fikri de felsefi alanda değil ama günlük hayatta bazen
karşılaşılan bir akil yürütmedir. Fakat mantıksal ve felsefi acıdan kanıt
olarak nitelendirilebilecek bir yönü yoktur. Çünkü sonsuzluk kavramını insanın
kavrayıp kavrayamaması konusu bir yana, kavrayamıyor desek de, insanın
sonsuzluğu kavrayamamasıyla, sonsuzluğu kavradığı söylenen bir varlığın var
olmasının gerekliliği arasında nedensel bir ilişki yoktur.
5)
İmam Gazali'nin kanıtı
Bunun da bir önceki sonsuzluk örneğinde olduğu gibi
yazıya alınmasının tek sebebi İslami teist kesim arasında popüler olmasıdır.
Yoksa bu da herhangi bir mantıksal ya da felsefi değer taşımaz. Bu kanıt,
Gazali'nin bir inançsızla tartışırken kullandığı "Eğer sen haklıysan benim
kaybedeceğim bir şey yok, ama eğer ben haklıysam senin kaybedeceğin çok şey
var. Yani inansan iyi edersin" anlamına gelecek türdeki bir akil
yürütmesidir.
Görüleceği gibi felsefi açıdan herhangi bir kanıt kaygısı
güden bir akil yürütme değildir bu. Çünkü karşı tarafın kendi beyninde ikna
olup olmamasıyla ilgilenilmiyor, yalnızca itaat etmesi bekleniyor. Dolayısıyla,
politik yandaş toplamada belki kullanılabilecek bir psikolojik manevra olabilir,
ama felsefi değeri olan herhangi bir yönü yoktur.
Ayrıca, diğer acıdan bile yeterince güçlü olmadığını
ifade etmekte fayda var. Nitekim tanrıya inanmak, tanrıya inanan inanç
sistemlerinden özel olarak birini seçmeye insani kolayca yönlendiremiyor.
Örneğin, Hinduizm, Hristiyanlık ve Bahaizm dinlerini örnek alırsak, tümünde
tanrı kavramı olmasına rağmen, örneğin Hinduizmde İslam’la bağdaşmayan
reenkarnasyon inancı, Bahaizm'de İslam'la bağdaşmayan "Muhammed'in son
peygamber olmadığı" inancı, Hristiyanlıkta ise "Muhammed'in bir
peygamber olmadığı" inancı mevcuttur. Dolayısıyla, Gazali'ye hak versek
bile, alternatifler arasında secim yapmakta yine de zorlanırdık gibi gözüküyor.
6)
"Her şey mümkün olanın en iyisidir" iddiası
Bu da maalesef tanrı konusunda sözü edilen yaygın
kanıtlama girişimlerinin mümkün olduğunca fazlasını bu yazıda ele alma
gayretimiz yüzünden, yazının ciddiyetinden odun vermek istemememize rağmen,
eklemek durumunda kaldığımız bir akıl yürütmedir.
Dünyaya tarafsız bir şekilde bakınca, aslında pek çok
kişinin de gözlemlediği gibi, ortada yapılmış pek etkileyici bir is yoktur.
Yani insan her şeye kadir bir varlıktan biraz daha iyi isleyen, aksaklıkları,
saçmalıkları ve kötülükleri daha az olan bir sistem beklerdi.
Fakat bu konu bir yana, biz yine de kullanılan akil
yürütmeye dönersek, buna göre dünyada her şey en mükemmel sekliyle yapılmıştır.
Buna örnek olarak da çoğunlukla doğadaki ahenk ve bulunduğu ortama iyi uymuş
canlılar, vs. verilir. Fakat örneğin canlıların bulunduğu ortama uymak zorunda
olduklarını, çünkü doğal seçilim sebebiyle uyamayanların soyunun tükendiğini,
ancak uyabilenlerin hayatta kalıp genlerini yeni nesillere aktarabildiğini, vs.
ifade eden bilimsel bulgunun bilincinde olunmadan, ya da bu hesaba katılmadan
yapılan bir beyandır bu.
Teistlerin bu konuda söylediği her şey, insan burnunun
gözlük takmak için yaratılmış olduğunu söylemeye benzer. Yaptıkları şey
meseleyi tersinden görmektir. Her şeyin çevresiyle uyum halinde olmasının,
doğanın sadece çevresine uyanı barındırmasından kaynaklandığını görmezler. Bu
ahenge ve uyuma hayret etmek, doğanın isleyişine dair bir kavrayış eksikliğini
ifade ettiği gibi, bu hayret doğal olsa bile, bunun ortada hayret edici bir
durum olması dışında ifade ettiği bir gerçek yoktur. Yani hayret ediyor olmak,
hayret edici olayın sebebine dair birsek söylemez.
7)
Mantıksal ve Ontolojik kanıtlar
Teolojide çeşitli örneklerine rastlanan bu tur kanıtlar,
saf mantıksal akil yürütmelerle tanrının varlığını kanıtlama çabalarıdır.
Örneğin Descartes'in tanrı kanıtı bunların bir örneği kabul edilebilir. Bu akil
yürütme su şekilde özetlenebilir:
"tanrı 'En Yetkin' ve 'En gerçek' varlık olduğuna
göre böyle bir kavramı benim zihnime kim sokmuş olabilir? Ben 'En Yetkin' ve
'En Gerçek' özelliklerine sahip bir varlık değilim, öyleyse bu düşünceye ben
kendim ulaşamam. Çevremde gördüğüm varlıkların da hiçbiri bu özelliklere sahip
değil. Öyleyse bu fikri benim zihnime kendisi 'En Yetkin' ve 'En Gerçek' olan
bir varlık, yani 'tanrı' koymuş olmalıdır."
Bu tur düşünce tarzındaki birinci yanlış, tanımlanan bir
şeyin var olmasının zorunlu zannedilmesidir. Örneğin ben efsanelerdeki kanatlı
ati veya Noel babayı tanımlayabilirim, fakat bu onların gerçek dünyada
karşılıkları olduğu anlamına gelmez. Bir şeyin zihinlerimizde var olmasıyla
gerçekte de var olması ayni şey değildir.
Buradaki ikinci yanlış ise, bu akil yürütmenin mantıkta
"döngüsel akil yürütme" (circular reasoning) denen türde bir düşünce
tarzı olmasıdır. Bu tur akil yürütmelerde ulaşılmak istenen sonuç yola çıkılan
başlangıç noktalarında gizli olarak içerilir. Örneğin burada, yapılan tanrı
tanımı, sonuçta ulaşılmak istenen amaca (tanrının var olması) hizmet edecek
tarzda seçilmiştir. Bu tur akil yürütme, düşünce biçimi olarak yeni bir bilgi
vermez. Ancak başlangıçtaki postulatlardan birinde içerilen bir bilgiyi açığa
çıkarmaya yarar.
Bu tur tanrı kanıtlarına bir başka örnek olarak
Leibnitz'in bir argümanını verebiliriz. Buna göre:
"Bu dünyada kendi varlıklarının nedenini içlerinde
bulundurmayan varlıklar vardır. Örneğin ben anneme, babama bağlıyım, derken
havaya, besine, vs. Ayrıca bu dünya tek tek nesnelerin gerçek veya hayali bir
bütünü ya da topluluğudur ki bunların hiçbiri yalnızca kendi içlerinde
varlıklarının nedenlerini bulundurmamaktadır. Bu bakımdan, nesneler ve olaylar
var olduğuna göre ve hiçbir tecrübe nesnenin kendi içinde kendi varlığının
nedenini bulundurmadığına göre, bu sebebin, nesnelerin bütününün kendi dışında
bir nedeni olması gerekir. Bu nedenin bir varlık olması gerekir. Diğerlerinin
nedeni olan bu varlık, kendi kendinin nedeni olabilir de olmayabilir de. Eğer
kendi kendisinin sebebiyse, tamamdır, değilse daha ileri gitmemiz gerekir. Ama
bu anlamda sonsuza kadar gidecek olursak, varlığın bir açıklaması yapılmış
olmaz. Bu bakımdan varlığı açıklamak için, kendi içinde kendi varlığının
nedenini bulundurması gereken, yani var olmadan yapamayacak bir varlığa
varmamız gerekir. Bu da tanrıdır"
Bu da dikkat edilirse tanrıyı "Kendi sebebini kendi
içinde içeren ve var olmadan yapamayacak" bir varlık olarak tanımlamış,
dolayısıyla bir "döngüsel akil yürütme “ye düşmüştür. Yani yola çıkış
noktasından daha fazla bir bilgi veren bir akil yürütme değildir bu da.
Felsefede yalnızca mantık ve zihinsel akil yürütmeler
kullanarak tanrının varlığını kanıtlama çabaları daima boşa çıkmıştır. Çünkü bu
tur bir kavram, kanıtlanmak için dışarıdan gelen verilere ihtiyaç duyar.
Yalnızca zihin içinde yapılan akil yürütmeler, doğaüstü bir varlığın var
olduğunu göstermeye yetmez.
Tanrı
kavramındaki mantıksal çelişkiler
Tanrı kavramıyla ilgili ilk çelişki, yazının basında dile
getirdiğimiz tanımı ile ilgili genel çelişkidir. Yazının bu kısmından bu genel
çelişkiden yola çıkarak, tanrı kavramının içerdiği çeşitli sorunlardan
bahsedeceğiz.
Örneğin, "Her şeye kadir bir varlığın herhangi bir
niteliğe sahip olması mümkün olabilir mi?". tanrı her şeye kadirse, tanrı
hakkında hiçbir sınırlama getiremiyorsak, o zaman örneğin "tanrı
birdir" nasıl diyebiliyoruz? Bu durumda "Bir" olma niteliği, birden
fazla olma sansını sınırlamış olmuyor mu tanrının? Örneğin kendisi gibi ayni
niteliklere sahip ikinci bir tanrıyı yaratabilme gücünü? Ya da kendisini yok
edebilme gücünü?
Benzer şekilde bir varlığın "olumsuz" olması,
ölme sansını, "var" olması, var olmama sansını veya herhangi bir A
niteliği, non-A niteliğine sahip olmasını sınırlamıyor mu tanrının?
Ya da doğaötesi bir kavramın tanımından çıkan bir başka
sorun olarak, filozoflar "tanrı mantık ilkelerinin de üstünde midir?"
sorununu dile getirmişlerdir.
Mantık ilkelerini bilirsiniz. 1) A. A'dır. 2) A, non-A
değildir. 3) A, ayni zamanda hem A, hem de non-A olamaz. Bunlar Aristo
tarafından ilk olarak dile getirilmiş ve felsefe tarihi boyunca karşı
çıkılmadan kullanılmış 3 temel mantık ilkesinin tanımıdır.
Her şeyin üstünde olduğu iddia edilen bir varlığın,
mantık ilkelerinin de üstünde olup olmadığını sormak geçerli bir soru oluyor o
zaman. Yani örneğin tanrı "Evli bir bekâr", "Daire seklinde bir
kare", ya da "Doğru olan bir yanlış önerme" yaratabilir mi?
Kısacası, ayrıntılı bir felsefi analize tabi
tutulduğunda, tanrı inancı absürt denebilecek düzeyde saçma ve sağlıklı düşünen
bir bireyin normal koşullarda kabul edemeyeceği bir kavramdır.
Fakat o zaman nasıl oluyor da dünya üzerindeki bu kadar
insan böyle bir kavrama inanabiliyor? Bunun cevabi büyük ölçüde uygarlık
tarihinde, sosyal mekanizmaların isleyişinde ve insan psikolojisinde
yatmaktadır.
İnsan sosyal bir varlık olmasaydı, tanrı kavramı ve ondan
çıkan dinlerin uygarlık tarihinde yapıcı fonksiyonları olmasaydı ve obur dünya
inancının psikolojik açıdan pek çok insanın ihtiyaç duyduğu yapıcı bir yönü
olmasaydı, tanrı kavramının çocuk masallarından öte inanılır bir yönü olmazdı.
Peki, o zaman tanrı kavramı bir ihtiyaç mıdır? Tanrıya
inanmamak psikolojik bozukluğa yol acar mı?
Aslında bizim düşüncemize göre, tanrı inancından
kaynaklanan psikolojik etkiler (ceza korkusu ve suçluluk duygusu), tanrıya
inanmamaya göre daha zararlıdır. Ve bizce ki bunu ateist kesim üzerinde
yapılmış gözlemlere göre söylüyorum, yeterli bir entelektüel olgunlukla
birleşmiş bir ateizm, kişide tanrı inancını bir ihtiyaç olmaktan çıkardığı
gibi, psikolojik acıdan daha sağlıklı bir hayat sürdürebilmeyi de
sağlamaktadır.
Nitekim günümüzde, dinin diğer fonksiyonları (kanun ve
düzen koyuculuk), bilimsel yöntemlerle diğer alanlara (bilimsel politika,
hukuk, sosyoloji, vs.) aktarılmış olduğu için aslında insanlık olarak dine ve
tanrı inancına bir ihtiyacımız kalmamıştır.
Fakat toplumdan kısa surede bu inancı terk etmesini
beklemek pratik acıdan pek mümkün değildir. Dolayısıyla, su anda insanlık bu
inancı uygarlık geçmişinin bir mirası olarak taşıyor ve öyle görünüyor ki yakın
gelecekte de bu durum değişmeyecektir.
Yorumlar
Yorum Gönder